Selçuk Altuntaş ile Rusya Müslümanları ve Kimlik Sorunu

röportaj

Bu kitabın ortaya çıkışı uzun bir yolculuğa dayanıyor; yüksek lisans tezinizden doktora yıllarınıza ve bugüne. Sizi yıllar sonra yeniden bu tartışmalara dönmeye ve kitaplaştırmaya iten şey neydi?

Evet, dediğiniz gibi kitabın hikâyesi 2004 yılında başladığım yüksek lisans tezime kadar dayanıyor. Dile kolay, nereden baksanız aradan 20 yıl geçmiş. Kitabın önsözünde de belirttiğim gibi o zamandan bugüne bu metinlerle alakamı hiç kesmedim. Her zaman aklımın bir köşesinde “Bu metinlerden bir kitap oluşturabilir miyim?” düşüncesi vardı. O gazete ve dergi yazıları arasında karşılaştığım ilginç fikirler ve sıra dışı şahısları başkalarının da bilmesini arzu ettim. Burada şunu da belirtmem gerekir ki içimde bir endişe de vardı. İşte bu endişe, kitabı ete kemiğe büründürmemdeki en büyük motivasyondur. Acaba üzerinde çalıştığım bu metinleri benden önce bir başkası yayınlar mı? Ele almayı planladığım bu konuyu benden önce birileri paylaşır mı? Bu endişeye rağmen ortaya çıkacak olan kitabın ilham verici bir eser olacağını da hep hayal ettim. Bunu özellikle akademik camiada olanlar bilirler. Okuduğunuz bir kitap veya dinlediğiniz bir hikâye sizi bilerek veya bilmeyerek belli bir alana iter. Siz farkında olmadan bir nevi kaderinizi çizer. Ben de kitabımın özellikle üniversiteye yeni başlayan öğrenciler için böyle ilham verici bir eser olmasını, onları bu alanda çalışmaya ve üretmeye motive etmesini arzu ettim. Özetle endişe ve arzu ile karışık bir motivasyonla bu kitabı yazdım.

Eski harfli, kimi zaman silik ve eksik mikrofilm sayfalarıyla çalışmak oldukça zorlu olmalı. Kaynaklara erişim ve onları günümüz Türkçesine aktarma sürecinde sizi en çok zorlayan anlar nelerdi?

Kitaba dâhil ettiğim metinlerin çoğu mikrofilme çekilmiş kopyalardır. Sıkıntı da işte burada başlıyor. Öncelikle mikrofilmden metin okumak için mikrofilm makinesi gerekiyor. Bu makine öyle bilgisayar gibi yanınızda taşıyabileceğiniz türden bir alet değil. Bu makineler genellikle Amerika’daki kütüphanelerin özel mikrofilm bölümlerinde oluyor. O yüzden kütüphanelerde saatlerce vakit geçirmek gerekiyor. Gerçi isterseniz bu mikrofilmlerden PDF veya resim formatında bilgisayarınıza kopya alabilirsiniz. Ama bu çok vakit alan bir iş. Kopyanın kopyası olduğu için her zaman okunaklı çıkmıyor. Bir diğer husus da o dönem Tatar ve Azerbaycan gazete koleksiyonlarının her üniversitenin kütüphanesinde mevcut olmaması. Benim doktora yaptığım Wisconsin-Madison Üniversitesinin kütüphanesi bu açıdan çok zengin. Bunda tabii ki kendisi de Tatar asıllı doktora hocam Uli Schamiloglu’nun emeği var. Mikrofilm koleksiyonundan faydalandığım bir diğer kütüphane de Şikago Üniversitesi kütüphanesidir. Orası sadece Rusya’daki Müslüman matbuatı bakımından değil Osmanlı-Türk matbuatı bakımından da çok zengin bir kütüphane. 

Mikrofilmler yanında artık devletlerin millî kütüphaneleri de bu gazete ve dergileri sitelerinde erişime açmaya başladılar. Özellikle Rusya ve Azerbaycan millî kütüphaneleri bu konuda iyi bir iş çıkarıyorlar. Hele de Rusya Millî Kütüphanesi bir hazine. Bizde Hakkı Tarık Us koleksiyonunda da tek tük Tatar gazeteleri var. 

Özetle metinlerin tespiti, bunlara ulaşım ve erişim, daha en başta meşakkatli meseleler. Bütün bunları halledip metnin başına oturduğunuzda daha başka mevzular ortaya çıkıyor. Bunu da bir cümle ile özetlersem eski alfabenin azizliğine uğramak herhâlde eski yazı okuyan herkesin korkulu rüyasıdır. Hele ki çekim kalitesi düşük bir metinde bir noktayı atlamak veya bir çentiği görmemek, abartarak söylersek mana adına bir kıyıma, sizin de kariyeriniz adına yıkıma sebep olabilir. O yüzden birden fazla metinde birebir aktarma yerine genel manayı vermeyi tercih ettim. Belki bu yaklaşımı eleştirenler olabilir. Şu hâlde ben de onlara Rızaeddin Fahreddin’in Musa Carullah’a dediği gibi derim: Daha iyi bir çözüm bulan buyursun yapsın.

Metinleri aktarırken kelimelere mi yoksa “manaya” mı sadık kaldınız? Okur lehine verdiğiniz en kritik dil tercihi hangisiydi?

Yukarıdaki sorunun cevabında buna da bir nebze değinmiş olduk. Evet, manayı esas aldım. Sizin de soruda çok güzel belirttiğiniz gibi bu aslında okuyucunun lehine de alınmış bir karardır. Ben yıllardır akademinin içinde eski dile az çok vâkıf biri olarak dahi bazen önüme eski yazıdan aktarma bir metin düştüğünde anlamakta zorlanabiliyorum. Kendimi övmek veya mağrur olmak için değil ama ben bile bu kadar altyapımla bu metinleri anlamakta zorlanıyorsam öğrenci arkadaşlar ya da sokaktaki vatandaş ne yapsın? Benim bazı meslektaşlarıma en çok kızdığım nokta budur. Hepsi değil ama bazıları metni eski yazıdan yeni yazıya aktardım, işim burada bitti, düşüncesinde olabiliyor. İşin belki bir kısmı bitti ama hepsi bitmedi ki… Bunun adı da metne sadık kalmak oluyor. Ben bunu kabul edemiyorum. Metni aktaracaksan yine aktar ama ekstra bir adım daha atıp o aktardığın metni modern dille de izah et. Bazen önüme öyle yayınlar düşüyor ki acaba bunu çeviren zatın kendisi burada denilenleri anladı mı, diye sormaktan kendimi alamıyorum. Ben bu çalışmada metinleri aktarmakla kalmayıp onları modern Türkçenin zevkine uygun bir şekilde yeni bir kisveye büründürdüm. Aslında işin daha da derinine inersek yaptığımız işin tercüme mi aktarma mı olduğunu da tartışmamız gerekir ki bunun için ne vaktimiz ne de yeterli teorik altyapımız var. Ben manaya modern bir elbise giydirmekle okuyucunun işini kolaylaştırmak adına iyi bir iş yaptığım kanaatindeyim. Öbür türlü sadece bir alfabeden öbür alfabeye aktarmak kolay sayılabilir. Bunu zaten yakın bir gelecekte yapay zekâ yapacak. Bizim işimiz eski metinleri modern toplumun gündemine taşımak ve kültürün devamlılığını sağlamak. Bunun için de metnin dilini zamanımıza uydurmak şart. İsterim ki 1905’te yazılmış bir gazete metni 1905’te kalmasın, bugünün okurları için de erişilebilir olsun. Adı üstünde bunlar gazete yazılarıdır. Meslektaşlarım illaki orijinal metinden okumak istiyorlarsa buyursunlar okusunlar. Ben bu çalışma ile vaktinde halk için yazılmış bu gazete yazılarının akademinin dört duvarından çıkıp yine halkla buluşmasını sağladım.

Kitapta Ceditçilik - Kadimcilik tartışmasını “olsuncular/olmasıncılar” gibi nükteli bir ifade ile anlatıyorsunuz. Bu karşıtlık, sizin gözünüzde hangi noktada yalnızca fikir ayrılığından çıkıp bir hayat tarzı çatışmasına dönüştü?

Olsuncular/olmasıncılar tabiri Gaspıralı İsmail Bey’e aittir. Onun bu üslubunu çok beğendiğim için ondan ödünç aldım. Ceditçilik ve Kadimcilik dediğimiz hadise bundan daha basit bir dille anlatılamazdı herhâlde. Buna aslında biraz kaçamak bir cevap vereceğim yani kolaya kaçacağım: Bu fikir ayrılığının fiiliyata döküldüğü en bariz alan herhâlde siyaset olsa gerektir. Aşırı muhafazakâr ulemanın ya da Ceditçilerin kullanmayı sevdiği tabirle Karagüruhların kurmayı planladığı siyasi parti Sırat-ı Müstakim, bu iki grup arasındaki fikir ayrılıklarının artık fiiliyata döküldüğünün bariz bir göstergesidir. Kolaycılıktan vazgeçip daha derinlikli bir cevap da verebilirim. Bunun ipuçları kitaba yayılmış bir şekilde mevcuttur. Mesela hatırlayalım, Kadimci dediğimiz muhafazakâr ulemanın Ceditçileri eleştirdikleri meselelerden bazıları ne idi? Rusça konuşmak, Tatarcayı terk etmek, camiye gitmemek, namaz kılmamak, kadınlar için başı açık gezmek ve yalnız seyahat etmek, tiyatro oynamak, kız erkek karışık okullara gitmek vesaire. Bütün bunlar bizlere her iki grubun yaşam tarzı ile alakalı bilgiler veriyor. Hadi bunu biraz daha ileri götüreyim. O günün Rusyasındaki Ceditçi-Kadimci çatışmasını alıp 2000’li yılların başındaki Türkiye’ye koysanız karşınıza sekülerler-muhafazakârlar ya da beyaz Türkler - “karabudun” Türkler (beyaz Türklerin karşıtı olarak “karabudun” Türkler kullanılıyor mu emin değilim ama ne demek istediğim anlaşılıyor herhâlde) kutuplaşması karşımıza çıkar. Bunu ta Tanzimat dönemine kadar götürürsek de Alafranga-Alaturka çatışması ile karşılaşırız. Aslında hepsinin temelinde yatan Müslüman toplumların Batı ile nasıl bir ilişki kurmak istediği meselesidir. Tekrar Ceditçilerle Kadimcilere dönersek bu fikrî ayrışma ne zaman fiilî ayrılığa dönüştü veya hangisi daha önce başladı gibi sorular bu kitabın sınırlarını zorlamaktadır. Şunu da belirtmem lazım. Ben aslında Ceditçi veya Kadimci tabirlerinden çok hazzetmiyorum. Kerhen de olsa bunları kullanmamın sebebi daha iyi bir alternatifin bulunmamasıdır. Ceditçilik ve Kadimcilik mevzusu hâlâ derinlemesine çalışılmış, açık bir şekilde anlaşılmış değildir. En azından ülkemizde böyledir. Ben itiraf ediyorum ki kitabın teorik iskeleti olarak Ceditçilik ve Kadimciliği almakla işin kolayına kaçtım. Şunu da belirtmem gerekir ki kitabın olan biteni Ceditçilik-Kadimcilik paradigması ile izah etmek açısından iyi bir iş çıkardığı veya çıkaracağı kanaatindeyim. Bu konuda içim rahat. 

Kazan ve Bakü gibi merkezlerin dışında, siz özellikle Astrahan’daki polemiklere odaklanıyorsunuz. Astrahan’ın tartışmaları, genel Müslüman kimlik arayışını nasıl farklılaştırıyor?

Kitabın Ceditçilik literatürüne yaptığı en büyük katkılardan biri budur. Bir diğer katkı da Ceditçilerin birbirleri ile olan fikir ayrılıkları ve kavgalarını kendi ağızlarından ortaya koymasıdır. Bahsi geçen şehrin o kadar çok adı var ki insan hangisini kullanacağını şaşırıyor: Astırhan, Astarhan, Astrahan, Ejderhan, Heşterhan, Hacı Tarhan vesaire. Ben kitap boyunca Astrahan demeyi tercih ettim. Aslında orijinal metinlerde en çok geçen isim Hacı Tarhan’dır. Soruya dönecek olursak bu çalışma ile Astrahan şehrini Kazan ve Bakü hatta Ufa ve Orenburg gibi Rusya’daki Müslüman Türk kültür muhitleri ile aynı lige taşımış olduk. Bu gerçekten de ilgi çekici bir hadisedir. 1905-1917 arası 10’dan fazla Tatarca gazete ve dergiye ev sahipliği yapan Astrahan şehrinin diğerlerinin arkasında kalması veya hiç gündeme gelmemesi şaşılacak bir şeydir. Bizim kitabımızla birlikte Astrahan, bazı hususlarda adı geçen bütün merkezlerin bir adım önüne bile geçmiştir. Mesela 1905’te kurulan Şura-yı İslam cemiyetini ele alalım. Şura-yı İslam siyaseten o kadar aktifti ki Rusya’da buna benzer ikinci bir cemiyet bulmak zordur. Hatta benim bildiğim yoktur. Şura-yı İslam sadece Astrahan Müslümanlarının siyaseti ile değil İttifak-ı Müslimin partisinin bir uzantısı olarak bütün Rusya Müslümanlarının siyasi hareketinde önemli bir rol oynamıştır. Buna rağmen kaynaklarda, İttifak-ı Müslimin’in tarihi bahsinde bu cemiyetin adını görmek pek de mümkün olmuyor. Bizim bu kitabımızla birlikte bu eksiklik de giderilmiş oldu. Astrahan’ı önemli kılan bir diğer husus da Mustafa Lütfi’nin şahsında İttihatçıların buradaki faaliyetleridir. Aynı şekilde İttihat ve Terakki’nin Rusya’daki siyasi faaliyetleri ele alındığında onların Astrahan’daki çalışmalarına da muhakkak değinilmelidir. Biz bu kitapla İttihat ve Terakki literatürünü de genişletmiş olduk.

Kitapta sıkça öne çıkan gazete polemikleri, dönemin kamuoyunu şekillendiren başlıca alan gibi görünüyor. Sizce matbuat olmadan Rusya Müslümanlarının bu ölçüde bir kimlik mücadelesi mümkün olabilir miydi?

Çok güzel bir soru. Bizim gelenekte entelektüeller ve eli kalem tutanlardan başka genel halkın matbuatın ehemmiyetini yeterince kavramadığı kanaatindeyim. Halbuki Ahmet Hamdi Tanpınar o meşhur edebiyat tarihinde ne diyordu: "Bizde bütün yenilikler matbuattan gelir." Rusya Müslümanları için de durum aynıdır. Matbuat derken en çok gazete ve dergileri anlıyoruz. Ama bunun dairesini genişletirsek matbaada basılan her nevi yayını bunun içine dâhil edebiliriz. Bizim kitapta kullandığımız matbuattan muradımız gazete ve mecmualardır. Sorunuza dönelim. Elbette matbuat olmadan da olsuncular-olmasıncılar mücadelesi mümkün olurdu. Ama biz bundan haberdar olamazdık. O dönem matbuatı yani 1903-1918 arası matbuat, âdeta gizli bir hazine. Bu hazinede keşfedilmeyi bekleyen çok sayıda kıymetli malzeme var ve bunlar hâlâ mahir parmaklarda işlenmeyi bekliyor. 

Okur için heyecan uyandıran örneklerden biri de Musa Carullah ile Ayaz İshaki arasındaki kalem kavgası. Siz bu polemiği nasıl değerlendiriyorsunuz, kişisel bir hesaplaşma mıydı yoksa dönemin fikir atmosferini sembolleştiren bir çatışma mı?

Bu gerçekten de ilgi çekici bir tartışmadır. İki bilindik figür arasında böylesi bir tartışmanın vuku bulması hâliyle şaşılacak şeydir. Bu tartışmayı belki de bu yüzden kitabın başına koydum. Musa Carullah, Abdürreşit İbrahimov’dan sonra Rusya’daki siyasal İslam’ın en büyük temsilcisidir. Ondan sonra Azerbaycanlı Mustafa Lütfi İsmailov geliyor. Ayaz İshaki ise dönemin devrimci ruhlu Tatar gençlerindendir ve Müslüman Sosyalist bloğu temsil eder. Bu arada bizim alanda dönemin Sosyalist Tatarlarından bahsederken bunların gençler olduğunu vurgulamak bir gelenek hâlini almıştır. Gerçekten de yaşlı nesil arasında sosyalist ideolojiye meyleden yok gibidir. Buradaki tartışma her ne kadar Siyasal İslam ile sosyalist ideoloji arasındaymış gibi gözükse de bu duruma ihtiyatla yaklaşmak lazımdır. Zira enteresan bir şekilde bu iki ideolojinin birlikte hareket ettiği nadirattan değildir. Astrahan’da İslamcı Mustafa Lütfi ile Sosyalist Tatar gençlerinin kavga ile karışık yoldaşlığı buna güzel bir örnektir. Şunu da hatırlayalım ki Rusya Müslümanlarının siyasi partisi İttifak-ı Müslimin’de sosyalist gençler ile ihtiyar İslamcılar yan yana oturmuşlardır. Musa Carullah’ın aşırı muhafazakâr ulema ile inişli çıkışlı ilişkisi Ayaz İshaki’yi, yumuşak bir ifade ile, hayal kırıklığına uğratmıştır. Öte taraftan İshaki’nin gazetecilik meziyeti de Carullah’ı çileden çıkarmıştır. Meseleye İshaki’nin şahsi olarak yaklaşmadığı açıktır. İshaki Musa Carullah’tan sadece sosyalist gençler değil âdeta bütün bir İttifak partisi adına, olan bitenle alakalı kamuoyunu aydınlatmak amacıyla bir izah getirmesini talep etmiştir. Buna karşın Musa Carullah buna şahsi planda cevap vermiştir. İshaki ihtiyatlı bir dil kullanırken Musa Carullah sözünü esirgememiştir. İshaki partinin diğer idarecileri tarafından desteklenirken Carullah bu tartışmada yalnız kalmıştır. Carullah’a bir tek Hadi Maksudi sahip çıkmışsa da bu, ihtiyatlı bir destektir.

Rusya Müslümanlarının kimlik arayışları üzerinden baktığınızda, sizce o dönemin tartışmaları günümüz Müslümanlarının sorunlarına nasıl ışık tutuyor?

Buna da Zakir Kadiri gibi cevap verelim. Onun da dediği gibi İslam dünyasının meseleleri ortak olduğu için Rusya Müslümanlarının tecrübeleri bütün bir İslam dünyasına da teşmil edilebilir. Bunu zamana yayıp bugünkü İslam dünyasına da uyarlayabiliriz. Yalnız şu var ki o dönemki fikir çeşitliliği bugün artık yoktur. O günkü kimlik tartışmaları, bugün sadece hayat tarzı tartışmalarına indirgenmiş gözüküyor. 

O dönem Rusya Müslümanlarının hayatına bakıp bugün için alınacak en büyük derslerden biri, bugünkü Müslümanları bir arada tutan kalbi hislerin zayıflığıdır. Bir diğer ifade ile bölünmüşlük ve dağılmışlıktır. Özellikle son zamanlarda çokça gündemde olan, din adamı sınıfına karşı duyulan güvensizliğin artması da ayrıca ilgi çekicidir. O dönem din adamlarına karşı Ceditçilerinin ağzından duyduğumuz sitemler bugün sosyal medyada sıklıkla dile getirilmektedir. Din adamları ile halkın arasının açılması tehlikeli sonuçlar doğurabilecek bir hadise olduğu için bundan mümkün mertebe sakınmak gerekir. 

Aynı şekilde eğitim de bugün hâlâ tartışma konularının başında gelmektedir. Rusya Müslümanlarının kendi kaynakları ile ortaya koyduğu eğitim kurumları gerçekten takdire şayandır. Bugün devlet bir nebze bu işi ele almış gözüküyor. Ama özel teşebbüsler bazında da İslam dünyasının çeşitli bölgelerinde okullar açmak ve bunları maddi olarak desteklemek önemlidir. 

Son olarak kitabınızı eline alan okuyucu nasıl bir yolculuğa çıkacak? Onları hem tarihe hem de bugüne dair hangi farkındalıklar bekliyor?

Bu okuması zevkli bir kitap oldu. Hacimli olmasına rağmen bir günde, bilemediniz iki günde rahatlıkla bitirilebilir. Bıkkınlık vermez. Ben yazma ve düzeltme sürecinde baştan sona en az on kere okumuşumdur (gülüyor). Okuyucular adını bildiği veya ilk defa duyduğu şahısların biraz daha insani yönlerini tanımış olacaklar. Bunların çoğu polemik veya kavga yazıları olduğu için duygusal yazılardır da aynı zamanda. Duygusal derken romantizm veya melankoliden bahsetmiyorum. Bunlar öfke anında yazılmış, sinir uçlarına dokunan yazılardır. Malum, insan birine kızdı mı her zaman ihtiyatla hareket edemiyor, dilini tutamıyor. Öfke anında verip veriştirmek gayet normaldir. O yüzden buradaki yazılar gayet samimi yazılardır. Kimin kaleminden çıkmışsa o zatın o anki ruh hâlini filtresiz bir şekilde yansıtmaktadır. Bugün bir ideolojinin veya fikir akımının önderlerinden gördüğümüz zatların, kırılgan, insani taraflarını öne çıkarmaktadır. Mesela o zamanlar sosyalizm fikrinin öncülerinden Ayaz İshaki’nin Musa Carullah’ın ağır ithamlarına maruz kalması şaşılacak şeydir. Aynı şekilde meşhur antropolog Zakir Kadiri ve diğer medrese hocalarının Mahmut Bay tarafından çocuk gibi azarlanmaları olacak iş değildir.

Kitaptan hasıl olmasını umduğum en büyük faydalardan biri, üniversiteye yeni başlamış öğrenci arkadaşların alanı sevmesini ve bu alanda akademik bir kariyer yapmalarını teşvik etmektir. İleride bir gün biri çıkıp ben bu kitabı okuduktan sonra bu alanı sevdim ve bu alanda akademik kariyer yapmaya karar verdim derse kendimi bahtiyar addederim.

 

Röportaj: Zeynep Begüm Güney

 

 

Etiketler: röportaj
Eylül 05, 2025
Listeye dön
cultureSettings.RegionId: 0 cultureSettings.LanguageCode: TR