Henüz ortaokul yıllarında okumaya başladığım kitap ve dergiler, ayrıca dinlediğim hocalar bende millî bilincin oluşmasına vesile oldu. Bu bilincin bende doğurduğu önemli tecessüs alanlarından biri de Avrupa/Batı-Türk (İslam/Müslümanlar) ilişkileriydi. Bu ilişkiler içerisinde en büyük merakım ise Endülüslülerin nasıl olup da Ortaçağ Avrupa coğrafyası gibi bir yerde tarih sahnesine çıkarak orada hem de etkin bir varlık sergiledikleri konusuydu. Bunu öğrenmeyi arzu ediyor hatta fakülte tahsilim sırasında Endülüs’ü bilimsel çalışma alanı olarak seçmeyi düşünüyordum. Peki bunu yapmak için ne gerekiyordu derseniz, elbette aynı anda iki yönlü bir tahsil süreci takip etmeliydim.
Endülüs araştırmalarına yönelmenize hangi etkenler yol açtı? Sizi bu alanda çalışmaya iten akademik ya da duygusal bir dönüm noktası oldu mu?
Bir yandan İslami ve sosyal bilimler tahsili, diğer yanda dil çalışmaları ve tarih okumaları. Amacımı somutlaştırmak için yüksek lisans döneminde önce Endülüs’ün kaynağı ve ana vatanı olan tarihî Maşrık (Doğu) İslam dünyasını tanımam gerektiği için tez konusu olarak Abbasi medeniyetini çalıştım. Ardından doktora tahsilimde artık Endülüs alanına girebilirim diye düşündüm. Ne çalışmak istediğimi soran hocalarımdan rahmetli Prof. Dr. Işın Demirkent ile Prof. Dr. Abdülkerim Özaydın bana Reconquista (Endülüs’ün kaybı sürecinin modern simgesel kavramı) konusunu tavsiye ettiler. Ben de onların tavsiyesine uyarak bu konuda yazdım tezimi. Tez aşamasında, doktora araştırma projemi gerçekleştirmek üzere 1999 yazında İspanya’ya gittim. Endülüs ile ilk tanışmam bu şekilde oldu ve sonrası geldi malum.
Yaşayan Endülüs: İspanya öncesinde de İslam medeniyeti, şehir tarihi ve kültürel süreklilik üzerine pek çok çalışmanız var. Bu kitap, o araştırmalar zincirinde nasıl bir yerde duruyor?
Evet, bir kültür tarihçisi ve medeniyet felsefecisi olarak zikrettiğiniz bu alanlarda çalışmalarım var. Bu kitap, o çalışmalarım arasında yine Albaraka Yayınları tarafından yayımlanan Endülüs kitabımızın kardeşi mesabesinde aslında. Çünkü Endülüs kitabı, Endülüs tarihi ve medeniyetini yani Endülüs alanının dikey boyutunu ele alırken Yaşayan Endülüs: İspanya kitabımız Endülüs alanının yatay boyutunu yani bugünkü durumunu ele alıyor. Bu bakımdan kardeş sayıyorum ikisini. Birbirini tamamlayan çalışmalar olması mühim. Şimdi ikisinin aynı yayınevinde buluşması beni ayrıca mutlu etti tabii. Buradan anlaşılacağı gibi ben Endülüs’ü yalnızca 711-1492 arasına hapseden çağdaş Batılı yaklaşımlara prim veren bir tarihçi değilim. Bana göre bir tarihçi, akademik çalışma alanını zaman ve mekan boyutlarıyla bütünlüklü olarak ele almalı ve gereğini yapmalıdır. Bu manada benim küçük t usulü araştırma/öğrenme yaklaşımım akademik hayatım boyunca çok işime yaramıştır. Küçük t ne demek peki? Bir konuyu hem kendi zaman dilimindeki çağdaşlarıyla (yatay) hem de kendinden önceki ve sonraki benzerleriyle (dikey) mukayeseli incelemektir.
Eserde dikkat çeken unsurlardan biri, tarihsel bilgiyi sahadaki gözlemlerle birleştirmeniz. Bu kitabın yazım süreci nasıl geçti? Arazi çalışmaları, arşiv araştırmaları ve yerel halkla temaslar bu sürece nasıl katkı sağladı?
Bu kitap, bir sanat tarihçisinin sabrıyla yürütülmüş dokuz yıllık bir saha serüveninin mahsulüdür. 2011-2020 yılları arasında, İspanya’nın kuzey-batı hattı dışında kalan bütün Endülüs coğrafyasını defalarca adım adım dolaştım. Córdoba’dan Granada’ya, Sevilla’dan Murcia’ya kadar her şehirde ve bazı ilçelerde sadece tarihî eserleri değil onların çevresinde yaşayan insanların zihin ve dil dünyasını da gözlemledim. Çünkü bir medeniyetin mirası yalnızca taşta ve kubbede değil gündelik jestlerde, kelimelerde, bakışlarda da saklıdır.
Kaynaklardaki bilgilerle sahadaki gözlemleri birleştirmek bana Endülüs’ün sadece bir “geçmiş” değil hâlen nefes alan bir “hafıza mekânı” olduğunu gösterdi. Kimi yerde bir yaşlı İspanyol’dan duyduğum Müslüman atasözü, kimi yerde bir köy camisinin taşları arasına gizlenmiş harf, tarihçinin gözünden çok daha fazlasını anlatıyordu. Bu temaslar, kitabın bilimsel çerçevesine bir ruh, bir insan sıcaklığı kattı diyebilirim.
Kitapta sıkça vurguladığınız “yaşayan Endülüs” kavramı, sadece tarihî bir iddia değil aynı zamanda bir medeniyet bilinci öneriyor. Sizin için “yaşayan” olmak ne anlama geliyor?
“Yaşayan Endülüs” ifadesi benim için bir metafordan ibaret değil. Bu ifade tarihin ruhunun hâlen hareket hâlinde olduğunu dile getirir. Endülüs, 1492’de bitmedi çünkü bir medeniyet toprak kaybıyla ölmez; hafıza, dil, sanat, fikir ve ahlâk üzerinden yaşamaya devam eder.
Bugün İspanya’da bir sokağın adı, bir melodinin ezgisi, bir çeşmenin kemeri hâlâ İslami estetiğin yankılarını taşır. Bu, yaşayan bir sürekliliktir. “Yaşayan” derken kastettiğim, geçmişin nostaljik bir anısı değil bugünüyle bizde ve onlarda sürmekte olan bir değerler devamlılığıdır. Bu bilinci diri tutmak, sadece tarihçiliğin değil insan olmanın da sorumluluğudur.
İspanya’daki şehirlerde hâlâ hissedilen İslami mirasın izlerini anlatırken mimariden müziğe, dilden gündelik yaşama kadar hangi alanlarda bu sürekliliği en güçlü biçimde gördünüz?
Endülüs mirasının en derin yankılarını mimaride, dillerde ve insanın hayata bakışında gördüm. Mimaride, özellikle Córdoba’daki el-Mescidü’l-Kebîr’de (Ulu Cami), Sevilla Ulu Cami’nin minaresi Giralda’da, Granada’da Elhamra Saray Külliyesi’nde İslam estetiğinin ölçü, denge ve tefekkür anlayışı hâlâ hüküm sürüyor. Müziğe gelince flamenkonun ritminde ve melodik dokusunda Arap-Endülüs makamlarının izlerini açıkça duymak mümkündür.
Dil alanında ise İspanyolcanın binlerce kelimesi hâlâ Arapça kökenlidir. Yalnızca kelimeler değil ifade biçimleri, selamlaşmalar, atasözleri bile bir medeniyetin devam ettiğini kanıtlıyor. Hatta misafirperverlik, suya ve gölgeye duyulan saygı, temizlik alışkanlıkları hatta son zamanlarda İspanya devleti ve halkının açıkça gösterdiği mazlumlara karşı merhamet biçimleri (Filistin-Gazze Soykırımında) bile İslami kültürün halk belleğinde yaşayan izdüşümleridir.
Endülüs’ün üç dinin ve farklı kültürlerin İslami yasaların koruması altında bir arada yaşadığı bir uygarlık olduğu sıkça vurgulanıyor. Bugünün dünyasında bu birlikte yaşama tecrübesi bize ne söyleyebilir?
Endülüs, insanlığın en parlak “birlikte yaşama” tecrübesine sahiptir. Şüphesiz İslam yasalarının uygulanması sayesinde Müslüman, Hristiyan ve Yahudi; farklı inançlara sahip bu topluluklar aynı şehirde, aynı çarşıda aynı suyun başında yüzlerce yıl barış içinde yaşayabildiler. Bu mümkün olduysa bunun temelinde “rahmet merkezli bir hukuk” ve “insanı aşan bir adalet anlayışı” vardı.
Bugün Batı dünyasının özlemini duyduğu çoğulculuk, aslında Endülüs’ün tarihî tecrübesidir. Bu tecrübe bize şunu söyler: Sahici bir millet ya da medeniyet, farklılıkları bastırarak değil koruyup zenginlik kaynağı hâline dönüştürme başarısını göstererek ayakta kalır. Endülüs bunu başarmıştı. Bugün güçlü dünya devletlerinin, bunlar içinde de özellikle Batılı devletlerin öğrenmeleri gereken şey tam olarak budur. Bize yani Türkiye gibi ülkelere gelince biz bu konularda biraz daha temkinli olmak zorundayız, çünkü biz bir ABD ya da Çin gibi bir dünya gücü henüz değiliz. Bunun ayrıntılarını kitabımızın Convivencia kısmında açıkladım.
Kitapta romantik bir özleme değil “akademik bir vefaya” dayalı bir yaklaşım benimsediğiniz görülüyor. Sizce Endülüs’ü anlamak için duyguyla bilgi arasında nasıl bir denge kurulmalı?
Bir tarihçi, soğukkanlı bir gözle bakmak zorundadır ama kalbini bütünüyle devre dışı bırakırsa gerçeğin ruhunu kaybeder. Endülüs gibi bir medeniyet, sadece kronolojiyle, harita ve belgeyle anlatılamaz; onun için insanın içine yerleşen bir “vefa duygusu” gerekir.
Benim için bilgi, duyguyu disipline eder; duygu ise bilgiye yön verir. Bu dengeyi kurabildiğinizde ortaya çıkan şey ne hamasî bir nostalji ne de kuru bir akademik rapordur, gerçekte bilgelikle yoğrulmuş bir tarih bilincidir. “Akademik vefa” dediğim şey de budur: Geçmişi romantize etmeden ama ona hakkını vererek onu insanların zihnine ve gündemine taşıyarak hatırlamak. Çünkü vefa, sadece insanlara değil medeniyetleri üreten o milletlere, o insanlara da borcumuzdur.
Son olarak Yaşayan Endülüs: İspanya çalışmasının ardından Endülüs üzerine yürütmeyi planladığınız yeni araştırmalar veya projeler var mı? Okurlarınız sizden ne beklemeli?
Aslında bu kitabın muhtevasını YouTube videolarına dönüştürmeyi hatta bunu yerinde yapacağımız çekimlerle cazip bir belgesele dönüştürmeyi arzu ediyorum.
Ayrıca, konusu itibarıyla bu kitap, Türkiye’de bir ilk olduğu gibi daha mühimi dünyada bir ilk sayılır. Çünkü seleflerimizin yaptıkları çalışmalar eskimiş ve ihtiyacı karşılayamaz hâle gelmişti. Bu nedenle bu kitabın yabancı dillere, özellikle İspanyolca, Arapça ve İngilizceye çevrilerek o ülkelerde piyasaya sürülmesi benim için çok mühim bir hedef. Kısmet olur inşallah diyelim. Teşekkür ederim.