Yayın hayatımın en başından beri beni hayrete düşüren bir husus var. Kendi tecrübelerime istinaden, müellifle mütercim arasında gizemli bir ilişki olduğuna inanıyorum. Çevirmeyi arzuladığım metinlerle ilahî bir sevkiyat neticesinde tanıştığıma iman ediyorum. Asırlar önce terk-i diyar eylemiş bir mübareğin soluğunu ensemde hissediyor, kulağıma “Muhtaç olduğun şey bende, arzularsan şu kitabıma bir göz atıver.” diye fısıldadığını işitir gibi oluyorum. Hakikaten de evvela kendi yarama merhem olan eserlerle karşılaşıyorum hep.
Sık sık literatür taraması yapmaya çalışsam da şimdiye değin tercüme ettiğim kitapların neredeyse tamamı tesadüf eseri karşıma çıktı. Bu eserleri incelediğimde ise gönlümü cezbeden bir şeyler oldu, “Ah, şu kitabı çevirsem ne hoş olurdu…” derken buldum kendimi. Bunun arzusu sinemi istila ettiğinde ikna oldum, “Tamam, artık tercümeye başlayabilirim.” diyerek işe koyuldum. Zira arzulamak öyle esrarengiz bir şey ki alevlendiği an tüm kâinatı deveran ediyor, o işi yapmaya daha müştak bir kalp bulamadığı takdirde sahibine rücu edip onu arzuladığı şey hususunda mutmain kılıyor diye düşündüm hep.
Bu kitapla da aynı şekilde tanıştım, tercümesine aynı hislerle başladım. Aslında İbn Kayyim el-Cevziyye Hazretlerinin neşriyatını, öğrencilik yıllarımdan beri yakinen takip etmekteydim fakat bu eserine rastlamamıştım. Manen bunaldığım dönemlerden birinde karşıma çıkıp nefes oldu, nice kusurumu nefsime ayan kıldı. Bizden daha heveslisi de bulunamamış ola ki eseri ilk defa Türkçeye kazandırmak bize nasip oldu. Bu saygıdeğer âlim ile yollarımızı kesiştirdiği, aramızda bir münasebet tesis ettiği için Rabbime sonsuz hamd ü senalar ediyorum.
Arapçada, modern Türkçede karşılığı bulunmayabilen, oldukça yoğun bir kavramsal derinlik var. “Birr” ve “takva” gibi terminolojik kavramları Türkçeye aktarırken nasıl bir yöntem izlediniz? Klasik metinlerin çevirisinde, anlamı günümüz diline taşırken orijinal üslubu korumak her zaman kolay olmuyor. Siz bu dengeyi nasıl kurdunuz?
Hassaten tasavvuf çevirilerimde, kadim hikemiyât geleneğimizin asırlardır süregelen ilmî ve edebî üslûbunu muhafaza etmeye çalışıyor; Arapça-Farsça-Osmanlıca terkip, tabir ve ıstılahları olabildiğince asli hâliyle aktarıyor, birçoğunu da bağlamsal bütünlük içerisinde şerh ediyorum. Arapça ibarenin beliğ tınısını Türkçeye yansıtabilmek adına metin üzerinde haddi aşmayacak tasarruflarda bulunuyor; kitabı ilgili şerh ve haşiyelere müracaat etmek suretiyle lafzından çok manasına, ibaresinden çok ifadesine itibarla tercüme ediyorum.
Sözgelimi tasavvuf literatürünün “birr”, “takva”, “ism”, “‘udvân” gibi temel ıstılahlarını olduğu gibi aktarıyor, çoğu zaman da aynı paragrafta ilgili kavramın kısa izahını metne yediriyorum. Cümle bütünlüğü içerisinde meramımı bir şekilde anlatmaya, metinde geçen bilinmemesi muhtemel kelimelerin dezavantajını okuyucuya hissettirmemeye gayret ediyorum. Böylelikle de alana ilgili kimselerin zihninde, bu terimlerin yer etmesini arzuluyorum.
Kurguladığım bu yöntemle tabiri caizse müellifin de okuyucunun da gönlünü almaya çalışıyorum. Zira erken dönem İslam ulemasının telif usulü nevi şahsına münhasırdır ve çeviri esnasında bu üslubun adap ve inceliklerine saygı gösterilmesi elzemdir. Örneğin o çağda kaleme alınmış bir eserin mukaddimesi, kitabın ana metninden bariz şekilde farklı bir ifade tarzına sahiptir. Yazar, eserinin önsözünde ilmî ve edebî maharetlerinin tümünü sergiler, okuyucuya âdeta “Birazdan okumaya başlayacağın metin, kasıtlı olarak senin seviyene uygun bir formatta inşa edilmiştir. Sanma ki bizim ilim ve hikmetteki kadr ü kıymetimiz bundan ibarettir.” ihsasında bulunur. Hâl bu iken müellifin dil tercihlerine itibar etmemek, tekdüze ve ruhsuz bir çeviri yöntemi belirlemek olmaz. Dolayısıyla söz konusu tavrı tercümede de sürdürmek, “Hazret bu kitabı Türkçe kaleme almış olsaydı acaba burayı nasıl ifade ederdi, ne gibi bir üslup seçerdi?” gibi hassasiyetlerle hareket etmek gerekir diye düşünüyorum.
Çeviri süreci boyunca sizi en çok zorlayan kısım neydi? Dilsel güçlükler mi yoksa metnin taşıdığı manevi derinliği Türkçede yeniden kurmak mı yoksa böyle klasik bir metnin altına imza atma sorumluluğu mu?
Aslında birçok veçhesiyle zor ama hoş bir süreçti. Hazretin veciz ifadelerinin “efrâdını câmi ağyârını mâni” nitelikte olması; ayet ve hadislerden sık sık akidevî, fıkhî, lügavî, edebî istidlallerde bulunması; kitaptaki bahis çeşitliliği gibi unsurlar çeviriyi zorlaştırmaktaydı. Bu sahaya ilgili olanlar bilir ki özellikle Selefi menhec bir âlimin, tasavvufî neşveyle kaleme aldığı bir eserdeki ıstılahların delaletlerini tespit etmek hakikaten meşakkatli bir iştir.
Bu güçlüklerin üstesinden gelebilmek adına, takıldığım her yerde ilgili şerh ve haşiyelere müracaat ettim, eseri çalıştım dipnotlarla zenginleştirmeye. “Böyle klasik bir metnin altına imza atma” bahtiyarlığını tattırdığı için Allah’a hamd ediyorum. Umarım ki bu mütevazı çalışma, beraat ve şefaat vesilemiz olur.
İbn Kayyim’in bu eserinde “hicret” yalnızca tarihsel bir olay değil kalbin Allah’a doğru yönelişi olarak anlatılıyor. Günümüz insanı ise hız, üretkenlik ve rekabet döngüsü içinde ruhsal yönünü kaybediyor. Bu metin sizce bugünün okuyucusuna ne katıyor?
Hazrete göre hicret, “bedenî” ve “kalbî” olmak üzere ikiye ayrılır. Resulullah (sav)’ın ifadesiyle bir ülke İslam diyarı olduktan sonra, orayı terk edip başka bir yere hicret etmenin önü kapalıdır. Zira insan için aslolan, hicreti zaruri kılan unsurlar bulunmadığı müddetçe yaşadığı yeri imar etmesidir. Geçici ve ikincil olmasına itibarla “tali/ârızî hicret” şeklinde de isimlendirebileceğimiz bedenî hicret, birçok Müslümanın hayatı boyunca kuvvetle muhtemel karşılaşmayacağı bir hâldir. “Aslî/daimî hicret”in bir başka ifadesi olan kalbî hicret ise bedenî hicretin aksine bütün müminlere hayat boyu farzdır.
Günümüz insanı, dünyanın envaiçeşit kemendiyle çepeçevre kuşatılmış, ruhunu kaybedecek derecede kalbini ihmal etmiş, maddeye sarılıp manadan büsbütün yüz çevirmiş vaziyettedir. İbn Kayyim ise işte böylesi perişan gönülleri mâsivânın prangalarından kurtulup Allah’a firara, mana âleminin zarafet ve letafetine vuslata davet etmekte; şüphe bataklığında boğulan mütereddit dimağlara, hicret yolculuğunun sonunda nail olacakları yakîn makamını işaret etmekte; çareyi eşikler gezmekte sananlara, gönül hanelerini mamur kılmalarını tavsiye etmektedir.
Eserde dikkat çeken bir diğer tema, ilim ve kalp arasındaki denge. Sizce İbn Kayyim’in bu vurgusu bugün insanının anlam arayışıyla nasıl ilişkilendirilebilir?
Hazretin ifadesiyle muhacirin yegâne azığı, Resulullah (sav)’in fem-i muhsininden bal olup damlayan ilim ve hikmet nimetidir. İbn Kayyim’in, üstadı İbn Teymiyye’den mülhem vazettiği “Kur’an ve sünnet eksenli ıslah metodu”na göre içselleştirilmiş ilim, şuursuz amele mukaddemdir. Zira şeytan nezdinde bir âlim, bin abide bedeldir. Bununla birlikte sahibine fayda vermeyen, kişiyi amele sevk edip daha ihlaslı bir kul kılmayan ilim de mezmûmdur. Dolayısıyla her malumat hassasiyetle işlenip aksiyona dönüştürülmeli, bu aksiyon da kalbe sirayet edip imanı günden güne daha nitelikli hâle getirmelidir. Başka bir deyişle ilim, amel ve imandan ayrı değerlendirilmemeli; anlam arayışı yalnızca bilgiye hasredilmemeli, “bilgi, eylem ve his” ekseninde ele alınmalıdır.
Kitabın üslubunda hem aklî hem sezgisel bir yön var. Sizce İbn Kayyim’in dili bu iki yönü birleştirirken nasıl bir manevi atmosfer oluşturuyor?
Akıl, nakil ve hissi bir potada eritip mistik bir yapı inşa edebilmiş müstesna şahsiyetlerden biri de hiç şüphesiz İbn Kayyim el-Cevziyye’dir. Nitekim hazret, tasavvufî düşüncesini Hanbelî mezhebinin usul anlayışı çerçevesinde, kitap ve sünnet merkezli ıslah projesi doğrultusunda şekillendirmiş; şer‘an muteber, metodolojide sistematik ve sezgice deruni bir yapı ortaya koymuştur. Bu da eserlerini latif ve sırlı kılmış, metinlerine manevî bir lezzet katmıştır. Bağlı olduğu ilim geleneğinde rastlanması pek de mümkün olmayan bu özgün tutum, İbn Kayyim’i Selefî düşüncenin mihenk şahsiyetlerinden biri hâline getirmiştir.
Son olarak eser, çevirisini tamamlamanızdan sonra sizde nasıl bir iz bıraktı? Maddeten ve manen hicret fikrinin sizin iç dünyanızda nasıl bir karşılığı var?
Aslında ilk soruda bu hususa biraz değinmeye çalışmıştım. Rabb’im, beni tam da ihtiyaç duyduğum zamanda, muhtaç olduğum kitapla karşılaştırdı. Hazretin sanki doğrudan bana hitaben söylediği, eğilip de bizzat kulağıma fısıldadığı pek çok ifade bulunmakta eserde. Ben de zaten tercümeye bunun sihriyle başladım; belki İbn Kayyim başkalarına da bir şeyler demekle muvazzaftır, ben de ulak kılınmışımdır diye düşünerek kitap üzerinde sorumluluk bilinciyle mesai harcadım. İç dünyamı şenlendiren bu mektubu, diğer muhataplarına da ulaştırmayı arzuladım. Allah muvaffak ve müyesser kıldı ki çalışmamız Albaraka Yayınları gibi mümtaz bir yayınevinden neşredildi. Kifayetsiz dilimizle nihayetsiz hamdü senalar ederiz.