Memnuniyetle. Benim kişisel yolculuğum, aslında insanlığın en kadim ve en ortak yolculuğunun bir yansıması diyebilirim. Her şey, hepimizin bir noktada kendine sorduğu, çocuksu bir saflık taşıyan o basit “Ben neyim?” sorusuyla başlıyor. Bu soru, sanırım herkesin içinde bir yerlerde yankılanır.
Lisans düzeyinde ilahiyat eğitimi alırken bu sorunun hem mistik hem de felsefi boyutlarıyla derinden tanıştım. Bir yanda, Sufilerin “Nefsini bilen, Rabbini bilir” deyişindeki gibi sezgisel ve tecrübeye dayalı gelenekler vardı. Diğer yanda ise Delfi Tapınağı’nın kapısındaki “Kendini Bil” emrinin peşinden giden Sokratik gelenek yani “ben” denilen o gizemi akıl ve mantıkla çözme çabası duruyordu. Bir taraf bunu kalple ve tecrübeyle yaparken diğeri akılla ve diyalogla yapıyordu ama hedef aynıydı: Ne olduğumuzu anlamak.
Benim kişisel serencamım, bu iki büyük “kendini bilme” geleneğinin ortasında, modern bilimin “Sen, sadece beyninden ve kimyasal reaksiyonlardan ibaretsin” diyen güçlü sesiyle yüzleşmek oldu.
Bu kitap, işte bu büyük yüzleşmenin bir ürünüdür. Amacım, hem felsefenin rasyonel araçlarını kullanarak hem de o kadim sezgiyi ciddiye alarak, “kendini bilmenin” 21. yüzyılda bizim için ne anlama gelebileceğini araştırmaktır. Yani o herkesin merak ettiği “Ben neyim?” sorusuna verilen kadim bir yanıtı modern dünyanın meydan okumaları ışığında yeniden sorgulamaktır.
Düşünüyorum, Öyleyse Bir Ruhum Var, Descartes’a göndermeyle başlıyor ama onu aşan bir iddia da taşıyor. Kitabın bu başlığına nasıl karar verdiniz?
Kesinlikle. Başlığın ilk bakışta kişisel bir iddia gibi durduğunun farkındayım ama aslında daha derin ve kitabın metodolojisini yansıtan bir amacı var. Biliyorsunuz, bu kitapta Richard Swinburne’den Dean Zimmerman’a, Alvin Plantinga’dan Brian Leftow’a kadar pek çok çağdaş düalist düşünürün ruh anlayışını ve argümanlarını inceliyorum. Bu farklı filozofları okurken ortak bir nokta dikkat çekiyor: Hepsi, argümanlarını istisnasız bir şekilde “düşünme” eyleminin kendisinden yani bilincin doğasından başlatıyorlar.
“Düşünüyorum! Öyleyse Bir Ruhum Var” sloganı, işte bu ortak akıl yürütme tarzını mükemmel bir şekilde özetliyor. Çünkü incelediğim her düalist, düşünmenin veya bilincin, materyalist bir açıklamayla tam olarak anlaşılamayacağını öne sürdükleri farklı temel özelliklerinden yola çıkıyor.
Örneğin kimi, bilincin o öznel, “içeriden” yaşanan ve başkasına aktarılamayan doğasına (fenomenal bilinç) odaklanıyor. Kimi, “ben” dediğimiz düşünceyi taşıyan şeyin o bölünmez bütünlüğüne bakıyor ve bunun, milyarlarca ayrı nörondan oluşan beyinle aynı olamayacağını savunuyor. Bir diğeri ise rasyonel düşünme veya özgür irade gibi yetilerimizi temel alıyor. Ama başlangıç noktası hep aynı: Düşünmenin kendisi ve onun indirgenemez görünen özellikleri.
Dolayısıyla başlığı, yalnızca Descartes’a bir gönderme veya kişisel bir iddia olarak değil kitapta ele aldığım tüm bu düşünürlerin ortak felsefi stratejisini ve temel iddiasını yansıtan bir “çatı başlık” olarak seçtim. Bu, düalistlerin argümanlarını en öz şekilde ifade etmenin bir yoluydu.
Bu kitabı yazma fikri ilk nasıl doğdu? Sizi yazmaya iten temel düşünsel veya duygusal motivasyon neydi?
Belki de ilahiyat kökenli olmamın bir etkisiyle materyalist açıklamaların ötesine geçen düalist görüşler her zaman özel bir ilgi alanım oldu. Bu ilgi, yüksek lisans tezimde somutlaştı ve o dönemde özellikle “belirimci düalizm” (emergent dualism) üzerine yoğunlaştım; yani gayri-maddi bir benliğin veya bilincin, beynin karmaşıklığından doğal yasalar çerçevesinde nasıl “belirebileceği” fikrini çalıştım.
Doktora sürecimde ise dürüst olmak gerekirse materyalist teoriler ve onların sunduğu bilimsel temelli, bütüncül açıklamalar o dönemde ilgimi daha çok çekti. Beynin gizemlerini çözme ve bilinci fiziksel süreçlerle açıklama vaadi oldukça cazipti. Bu yüzden doktora tezimi bu konular üzerine yoğunlaştırdım. Ancak materyalizmin en güçlü argümanlarının içine daldığımda bile, zihnimde o eski diyalog devam ediyordu: “Peki, bu zarif açıklama, ‘ben’ dediğim şeyin o öznel tecrübesini gerçekten karşılıyor mu? Bir düalist bu noktada nereye itiraz ederdi?” Böylece materyalizmi büyük bir ilgiyle çalışırken dolaylı olarak düalist karşı-argümanlar üzerine de sürekli düşünüyor ve kapsamlı notlar alıyordum. Doktoramı bitirdiğimde, hem notlarımda hem de zihnimde çok çeşitli ve birbirinden farklı düalist anlayışın sistematik bir şekilde biriktiğini fark ettim. Ancak bu zenginliğin, bilhassa Türkçe literatürde hiçbir karşılığı yoktu. Genel olarak düalizmden bahseden kısa yazılara rastlasak bile, bunların çeşitlerine, aralarındaki farklara dair bütüncül bir literatür oluşmamıştı.
Üstelik, ilahiyat eğitimi almış veya din felsefesi gibi alanlarda çalışan tanıdıklarımın bile, zihin-beden düalizminin temel kavramlarına dair bir kafa karışıklığı yaşadığını gördüm. Örneğin, felsefedeki “ruh kavramı” ile neyin kastedildiği, bedeni canlandıran bir “vitalist” ilke mi, yoksa yalnızca düşünen bir “Kartezyen” töz mü, belirsizdi. Hayvanların ruhunun olup olmadığı konusunda dahi kafa karışıklıkları mevcut.
İşte kitap, bu ihtiyaca bir cevap olarak doğdu. Tüm bu farklı düalist teorileri, onların temel argümanlarını ve aralarındaki nüansları ben zor ve uzun yoldan, yıllar süren bir akademik araştırmayla öğrendim. Amacım, bu birikimi, aynı felsefi merakı taşıyan insanlara çok daha basit ve anlaşılır bir şekilde sunacak bir kaynak olarak kaleme almaktı.
Peki sizce modern bilim ve felsefe, “ruh” fikrinden neden bu kadar uzaklaştı? Bu fikri günümüzde savunmanın önündeki en büyük felsefi zorluk nedir?
Bu çok yerinde bir soru çünkü aslında kitabın da temel hareket noktalarından biri bu. Bence bu uzaklaşma, kötü niyetten veya bir komplo teorisinden kaynaklanmıyor; daha çok bir odak kaymasından ileri geliyor. Bilimsel devrimle birlikte, haklı olarak, “ölçebildiğimiz, gözlemleyebildiğimiz, deneyle kanıtlayabildiğimiz” şeylere odaklandık. Bu yöntem inanılmaz bir başarı getirdi. Fakat zamanla bu metodun dışında kalan her şey sanki “gerçek değilmiş” gibi bir algı oluştu. Ruh da doğası gereği bir laboratuvarda ölçülemediği için bu odak kaymasının en büyük kurbanlarından biri oldu.
Günümüzdeki en büyük felsefi zorluk ise şu basit soruda yatıyor: Eğer ruh maddi değilse yani uzayda bir yer kaplamıyorsa, beyin gibi tamamen maddi bir organı nasıl “dürtüyor” veya ondan nasıl sinyal alıyor? Madde ile madde-olmayan arasındaki bu gizemli etkileşim, pek çok düşünür için aşılması imkânsız bir engel gibi göründü. Benim de kitapta yapmaya çalıştığım şey bu sorunun aşılamaz olmadığını düşünen ve buna sofistike cevaplar arayan çağdaş düşünürlerin ruh anlayışlarını ve argümanlarını masaya yatırmak.
Hepimiz özgürce kararlar verdiğimizi hissederiz ama bilim evrenin neden-sonuç yasalarıyla işlediğini söylüyor. Gerçekten özgür olabilmemiz için maddeden yapılmış olmayan bir ruha ihtiyacımız var mı?
Bu, modern insanın en temel gerilimlerinden biri sanırım. Bir yanda, kararlarımızın sahibi olduğumuza, “şunu değil de bunu seçtim” diyebildiğimize ve ahlaki bir sorumluluk taşıdığımıza dair sarsılmaz bir içsel sezgimiz var. Diğer yanda ise evrenin, beynimiz de dahil olmak üzere, fiziksel yasalarla işlediği gerçeği var.
Eğer “ben” dediğimiz şey bu fiziksel neden-sonuç zincirinin sadece bir halkasıysa yani kararlarım önceki beyin durumlarımın zorunlu bir sonucuysa o zaman “özgürlük” kelimesinin içini doldurmak gerçekten zorlaşıyor. Bu noktada bazı düşünürler, “evet, gerçek özgürlük için ruha ihtiyacımız var” diyor. Onlara göre gerçek özgürlük yani nedensel zinciri başlatabilen bir “fail” olmak ancak bu zincirin bir nebze de olsa dışında durabilen, maddi olmayan bir benlikle mümkün olabilir. Bu, herkesin katıldığı bir görüş değil elbette ve felsefede hararetle tartışılıyor. Çeşitli özgürlük anlayışları olduğu gibi özgürlük için bir ruha sahip olmak gerekip gerekmediği de ayrı bir soru ama sezgisel bir özgür irade anlayışını ve ahlaki sorumluluk hissimizi ciddiye alıyorsak yüzleşmemiz gereken çok güçlü bir argüman olduğu kesin.
Bu kitabı yazarken sizi en çok zorlayan ya da dönüştüren düşünce neydi?
Beni yazma sürecinde en çok meşgul eden ve düşünsel olarak dönüştüren sorgulama, Thomas Nagel’ın meşhur “Bir yarasa olmak nasıl bir şeydir?” sorusu etrafında şekillendi.
Bir yarasanın tüm fiziksel yapısını, beyninin her bir nöronunun işleyişini bilsek bile onun dünyayı sesle tecrübe etmesinin nasıl bir “his” olduğunu asla bilemeyeceğimiz gerçeğiyle yüzleştim. Aslında yaşadığım zorluk, bu soruya kesin bir yanıt bulmaktan değil bu sorunun ortaya çıkardığı baş döndürücü olasılıklarla yüzleşmeye çalışmaktan kaynaklandı. Bazı olasılıklar şöyle: